Vincent Willem Van Gogh, 30 Mart 1853'de Hollanda'da, Brenda'nın güneyindeki Groot-Zundert köyünde doğdu. Babası yoksul bir köy papazı, annesi Cornelia ise bir çiftçi kızıydı. Ailenin Vincent'ten başka Elizabeth, Anna ve Wil adında 3 kız ve Cor ve Theo adında 2 erkek çocuğu daha vardı. Malesef Vincent van Gogh’un yaşamının ilk on yılına ait neredeyse hiç bilgi yoktur. Vincent'in çocukluğu on iki yaşına kadar köyünde, yalnızlık içinde tabiatla başbaşa geçti.
Zevenbergen’deki yatılı okula iki yıl devam ettikten sonra,
iki yıl da Tilburg’daki ortaokula devam etti. Bunu takiben, 1868 yılında 15
yaşındayken okul eğitimini bıraktı ve bir daha da geri dönmedi.
1869 yılında Vincent van Gogh, Lahey’de sanat eserlerinin
alım satımını yapan Goupil & Cie. firmasında işe başladı. Van Gogh ailesi
zaten uzun zamandır sanat ticareti dünyasındaydı, Vincent’ın amcaları Cornelis
(“Cor amca”) ve Vincent (“Cent amca”) zaten sanat taciriydiler. Erkek kardeşi Theo
da sanat tacirliği işiyle uğraştı ve de Vincent’ın daha sonraki ressamlık
kariyerinde çok büyük etkisi oldu. Vincent kendi zavkine hitap etmeyen,
beğenmediği resimlerin alım satımıyla uğraşmaktan mutlu değildi. 1876 Mart’ında
Goupil’s şirketinden ayrıldı.
Mektuplarından anlaşıldığına göre Vincent öğretmekten zevk
alıyordu. Londra’da Isleworth’teki bir erkek okulunda ders vermeye başladı. Boş
zamanlarında galerileri gezmeye devam etti ve gördüğü önemli sanat eserlerini
inceleme fırsatı buldu.
Vincent madencilerin ve ailelerinin zorlu koşullarını yansıttığı çizimler yapmaya başladı. İşte bu zamanlar Vincent van Gogh için bir dönüm noktası oldu ve bundan sonra ne yapmak istediğine karar verdi: Ressamlık.
Paris'e kardeşi Theo'nun yanına gitti. Her türlü ihtiyacını ve resim malzemelerinin parasını Theo karşılıyordu. Kardeşinin yardımıyla Paris'te, Degas, Toulosse-Loutrec ve Gauguin gibi ünlü ressamlarla tanışmaya başladı. Batının sanat merkezindeydi ve bunu sonuna kadar değerlendirmeye çalışıyordu ama diğer ressamlar gibi bu çevrede yetişmemişti, acı yaşantılardan, beceriksiz insanların arasından kopup gelmişti. Kurallara itaat etmeyi değil, hayatta kalma savaşının en vahşicesini öğrenmişti. İçindeki duyguların işlenmemiş saf halde ortaya çıkışları, insanları tedirgin ediyor ve ondan uzaklaşmalarına neden oluyordu. İnsanlarla olan ilişkisinde hep hayal kırıklığına uğrayan Van Gogh, içindeki coşkun insan sevgisini ve merhametini kelimelerle değil boyalarla anlatmak zorundaydı.
Paris'te canlı renkleri, sinirli ve kıvrak çizgileriyle, iki yüzü aşkın tablo yaptı.
1888 Ekim'inde dostu Gauguin de, daveti üzerine Van Gogh'un
yanına geldi. Van Gogh, Gauguin'e büyük hayranlık duyuyordu ama başka bir
insanla bu kadar içiçe yaşmaya alışık değildi ve üstelik kendini iyice içkiye
vermişti. Gauguin de Van Gogh'un tutkulu kişiliğinden rahatsız olmaya
başlamıştı. Van Gogh, resim yaparken, boyayı paletin üzerine değil doğrudan
tüpten tuval üstüne sıkıyor ve parmaklarıyla eziyordu. Bazen de boyayı yiyor ya
da yemeğinin içine sıkıyordu.
Van Gogh'un iç dünyasını anladığımız Theo'ya yazdığı mektuplarından birindeki şu sözleri, sanat anlayışını açık seçik ortaya koymaktadır: ''Ben, gözlerimin önünde olanı olduğu gibi vermekten çok, boyayı kendime göre bir amaçla, anlatmak istediğimi daha bir kuvvetle dile getirmek için kullanıyorum.''
ESERLERİ
SANATINA DAİR SÖZLERİ
İçimde büyük bir ateş yanıyor fakat kimse ateşin başına
ısınmak için gelmiyor ve yanından geçenler sadece dumanı görüyor.
Elimde doğa, sanat ve şiir var, bu yeterli değilse ne
yeterli?
Eğer doğayı gerçekten seviyorsanız, her yerde güzellikler
bulursunuz.
Hayatı bilmenin yolu birçok şeyi sevmektir.
Balıkçılar denizin tehlikeli, fırtınaların berbat olduğunu
bilirler, ama bu tehlikeler onları kıyıda kalmaya ikna etmez.
Kalbimi ve ruhumu işime kattım, bunu yaparken de aklımı
kaybettim.
Bence insanları sevmekten daha sanatsal bir şey yok.
Resimlerimin satmadığı gerçeğini değiştiremem. Ama
insanların resimlerimin, üzerinde
kullanılan boyanın ederinden daha değerli olduğunu
anlayacağı günler gelecek…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder